Last Updated on 9 Şubat 2023 by Aslıhan Demiralay
Edebiyat Üzerine Bir Muhakeme
Şimdiye kadar edebiyat nedir? sorusuna verilmiş cevaplar, ideolojik dünya görüşlerinin baskın olduğu öznel birtakım yargılardan öteye gidememiştir. Edebiyatın mahiyeti, sanatın diğer dallarında olduğu gibi, düşünürlerin yaşam tecrübelerine ve bilgi birikimleri ile uyumluluk gösterecektir. Bildiğimiz kadarı ile Aristoteles’ten beri edebiyat hakkında birbirinden farklı yorumlamalar yapıldı, fakat bunların çok az kısmı bütüncül ve kalıcı olabildi. Tarihin en büyük zekalarından olan Aristoteles’in edebiyat kuramı, başta Avrupa’da oluşacak edebiyat gelenekleri olmak üzere birçok edebiyat alanını etkilemiştir. Ancak Aristoteles, Coleridge ve William Blake gibi isimler birer istisnadır ve genele yansıtılamaz. Birçok edebiyat eleştirisinin çok geçmeden eskimesinin temel nedeni ise eleştirilen eserin tarihsel bağlamda değerlendirilememesi ve bununla birlikte diğer disiplin dalları ile ilişki kurulamaması olarak gösterilebilir.
İlk bakışta edebiyatın ne olduğu konusunda görüş belirtmek zor olabilir. Bilim insanlarının aksine edebiyatçılar, eserlerini oluştururken faydalandıkları en önemli unsur duygusal birikimleridir. Öte yandan duygusal yetilerini gözlem ve inceleme becerileri ile birleştirmeleri de gerekir. Edebiyat, öğelerini doğrudan doğruya yaşamın kendisinden alsa da bunları olduğu gibi aktarmaz; edebiyatçının duygularının ve aklının süzgecinden geçer. Edebiyat hayat dinamiklerinin estetikleştirilmesidir. Yaşamdaki olayların ne kadar ‘edebi’ bir forma bürüneceği, yazarın duygularını ve düşüncelerini nasıl yansıttığına bağlı olacaktır. Edebiyatçının bir eseri yazmasının sebebi, sadece bir estetikleştirme projesi olmamalıdır. Çünkü sadece estetik amacı güden edebi eserler, yemek yenilmediği hâlde bir pasta yemeye benzer. Pasta lezzetlidir ancak açken gözümüze o kadar da güzel gözükmez. Asıl amaç, kendi yaşadığı toplumun sorunlarına değinmektir. Edebiyat eserlerindeki toplumsal muhamekeler, bir sosyolog veya bir tarihçinin yansıtabileceğinden daha fazlasını yansıtabilir. 19.yüzyılın en önemli romancılarından birisi olan Charles Dickens’ın romanları bu bakımdan birer örnek teşkil eder. Hiç şüphesiz, 19.yüzyılın İngilteresi, Sanayi İnkilabı sonucunda gelir eşitsizliklerinin gözle görülür oranda arttığı, küçük çocukların karın tokluğunda günde 16 saat çalıştırıldıkları bir dönemdi. Dickens’ın eserleri, dönemin İngilteresi’ni anlamak açısından belge niteliğini taşır.
Edebiyatın mahiyeti, yazarın kendi toplum dinamiklerinden ve geleneklerinden ne ölçüde beslendiği ile ilişkilidir. Tarihin ilk yazılı edebiyat eserlerinin Homeros’un İlyada ve Odysseia’sı olarak kabul edildiğini göz önüne alınırsa, edebiyatın hiç düşünülmediği kadar din ve mistizism ile alakası olduğu görülecektir. Hatta daha da ileri giderek edebiyat eserlerinin derinlikli olmaları, yazarların birer bilim insanları gibi nesnel bağlamlarla değil; yaşama dair düşüncelerinin belirsizliği, arada kalmışlığı ile doğru orantılıdır. Bilindiği üzere dünya edebiyatının önde gelen iki yazarı olan Dostoyevski ve Tolstoy’un yapıtlarında Tanrı fikri mutlaka belirir. Kimileri tarafından mistik olarak tanımlanan Dostoyevski, yaşamı boyunca Hristiyanlık üzerine düşünmüş, eserlerinde adeta onu içselleştirmiştir. 19.yüzyıl Rusya’sı, komşusu Osmanlı Devleti’nin Üçüncü Selim devri gibi Büyük Petro devrinden itibaren Batılılaşma ve Modernleşme sürecine girmişti. Geleneksel değerlerin ve dini otoritenin çeşitli açılardan sorgulanması hızlanmıştı. Rus İmparatorluğu, Doğu despotluğu ile Batı modernitesi arasında sıkışmış bir devletti. Bu hâl, elbette Rus yazarlarında ve düşünürlerinde de görülüyordu. Sonunda edebiyat eserleri, kesinkes olmayan vaziyetlerden beslenerek kendi değerlerini üretir.
Şimdiye kadar edebiyat nedir? sorusuna verilmiş cevaplar, ideolojik dünya görüşlerinin baskın olduğu öznel birtakım yargılardan öteye gidememiştir. Edebiyatın mahiyeti, sanatın diğer dallarında olduğu gibi, düşünürlerin yaşam tecrübelerine ve bilgi birikimleri ile uyumluluk gösterecektir. Bildiğimiz kadarı ile Aristoteles’ten beri edebiyat hakkında birbirinden farklı yorumlamalar yapıldı, fakat bunların çok az kısmı bütüncül ve kalıcı olabildi. Tarihin en büyük zekalarından olan Aristoteles’in edebiyat kuramı, başta Avrupa’da oluşacak edebiyat gelenekleri olmak üzere birçok edebiyat alanını etkilemiştir. Ancak Aristoteles, Coleridge ve William Blake gibi isimler birer istisnadır ve genele yansıtılamaz. Birçok edebiyat eleştirisinin çok geçmeden eskimesinin temel nedeni ise eleştirilen eserin tarihsel bağlamda değerlendirilememesi ve bununla birlikte diğer disiplin dalları ile ilişki kurulamaması olarak gösterilebilir.
İlk bakışta edebiyatın ne olduğu konusunda görüş belirtmek zor olabilir. Bilim insanlarının aksine edebiyatçılar, eserlerini oluştururken faydalandıkları en önemli unsur duygusal birikimleridir. Öte yandan duygusal yetilerini gözlem ve inceleme becerileri ile birleştirmeleri de gerekir. Edebiyat, öğelerini doğrudan doğruya yaşamın kendisinden alsa da bunları olduğu gibi aktarmaz; edebiyatçının duygularının ve aklının süzgecinden geçer. Edebiyat hayat dinamiklerinin estetikleştirilmesidir. Yaşamdaki olayların ne kadar ‘edebi’ bir forma bürüneceği, yazarın duygularını ve düşüncelerini nasıl yansıttığına bağlı olacaktır. Edebiyatçının bir eseri yazmasının sebebi, sadece bir estetikleştirme projesi olmamalıdır. Çünkü sadece estetik amacı güden edebi eserler, yemek yenilmediği hâlde bir pasta yemeye benzer. Pasta lezzetlidir ancak açken gözümüze o kadar da güzel gözükmez. Asıl amaç, kendi yaşadığı toplumun sorunlarına değinmektir. Edebiyat eserlerindeki toplumsal muhamekeler, bir sosyolog veya bir tarihçinin yansıtabileceğinden daha fazlasını yansıtabilir. 19.yüzyılın en önemli romancılarından birisi olan Charles Dickens’ın romanları bu bakımdan birer örnek teşkil eder. Hiç şüphesiz, 19.yüzyılın İngilteresi, Sanayi İnkilabı sonucunda gelir eşitsizliklerinin gözle görülür oranda arttığı, küçük çocukların karın tokluğunda günde 16 saat çalıştırıldıkları bir dönemdi. Dickens’ın eserleri, dönemin İngilteresini anlamak açısından belge niteliğini taşır.
Edebiyatın mahiyeti, yazarın kendi toplum dinamiklerinden ve geleneklerinden ne ölçüde beslendiği ile ilişkilidir. Tarihin ilk yazılı edebiyat eserlerinin Homeros’un İlyada ve Odysseia’sı olarak kabul edildiğini göz önüne alınırsa, edebiyatın hiç düşünülmediği kadar din ve mistizism ile alakası olduğu görülecektir. Hatta daha da ileri giderek edebiyat eserlerinin derinlikli olmaları, yazarların birer bilim insanları gibi nesnel bağlamlarla değil; yaşama dair düşüncelerinin belirsizliği, arada kalmışlığı ile doğru orantılıdır. Bilindiği üzere dünya edebiyatının önde gelen iki yazarı olan Dostoyevski ve Tolstoy’un yapıtlarında Tanrı fikri mutlaka belirir. Kimileri tarafından mistik olarak tanımlanan Dostoyevski, yaşamı boyunca Hristiyanlık üzerine düşünmüş, eserlerinde adeta onu içselleştirmiştir. 19.yüzyıl Rusya’sı, komşusu Osmanlı Devleti’nin Üçüncü Selim devri gibi Büyük Petro devrinden itibaren Batılılaşma ve Modernleşme sürecine girmişti. Geleneksel değerlerin ve dini otoritenin çeşitli açılardan sorgulanması hızlanmıştı. Rus İmparatorluğu, Doğu despotluğu ile Batı modernitesi arasında sıkışmış bir devletti. Bu hâl, elbette Rus yazarlarında ve düşünürlerinde de görülüyordu. Sonunda edebiyat eserleri, kesinkes olmayan vaziyetlerden beslenerek kendi değerlerini üretir.
Şimdiye kadar edebiyat nedir? sorusuna verilmiş cevaplar, ideolojik dünya görüşlerinin baskın olduğu öznel birtakım yargılardan öteye gidememiştir. Edebiyatın mahiyeti, sanatın diğer dallarında olduğu gibi, düşünürlerin yaşam tecrübelerine ve bilgi birikimleri ile uyumluluk gösterecektir. Bildiğimiz kadarı ile Aristoteles’ten beri edebiyat hakkında birbirinden farklı yorumlamalar yapıldı, fakat bunların çok az kısmı bütüncül ve kalıcı olabildi. Tarihin en büyük zekalarından olan Aristoteles’in edebiyat kuramı, başta Avrupa’da oluşacak edebiyat gelenekleri olmak üzere birçok edebiyat alanını etkilemiştir. Ancak Aristoteles, Coleridge ve William Blake gibi isimler birer istisnadır ve genele yansıtılamaz. Birçok edebiyat eleştirisinin çok geçmeden eskimesinin temel nedeni ise eleştirilen eserin tarihsel bağlamda değerlendirilememesi ve bununla birlikte diğer disiplin dalları ile ilişki kurulamaması olarak gösterilebilir.
İlk bakışta edebiyatın ne olduğu konusunda görüş belirtmek zor olabilir. Bilim insanlarının aksine edebiyatçılar, eserlerini oluştururken faydalandıkları en önemli unsur duygusal birikimleridir. Öte yandan duygusal yetilerini gözlem ve inceleme becerileri ile birleştirmeleri de gerekir. Edebiyat, öğelerini doğrudan doğruya yaşamın kendisinden alsa da bunları olduğu gibi aktarmaz; edebiyatçının duygularının ve aklının süzgecinden geçer. Edebiyat hayat dinamiklerinin estetikleştirilmesidir. Yaşamdaki olayların ne kadar ‘edebi’ bir forma bürüneceği, yazarın duygularını ve düşüncelerini nasıl yansıttığına bağlı olacaktır. Edebiyatçının bir eseri yazmasının sebebi, sadece bir estetikleştirme projesi olmamalıdır. Çünkü sadece estetik amacı güden edebi eserler, yemek yenilmediği hâlde bir pasta yemeye benzer. Pasta lezzetlidir ancak açken gözümüze o kadar da güzel gözükmez. Asıl amaç, kendi yaşadığı toplumun sorunlarına değinmektir. Edebiyat eserlerindeki toplumsal muhamekeler, bir sosyolog veya bir tarihçinin yansıtabileceğinden daha fazlasını yansıtabilir. 19.yüzyılın en önemli romancılarından birisi olan Charles Dickens’ın romanları bu bakımdan birer örnek teşkil eder. Hiç şüphesiz, 19.yüzyılın İngilteresi, Sanayi İnkilabı sonucunda gelir eşitsizliklerinin gözle görülür oranda arttığı, küçük çocukların karın tokluğunda günde 16 saat çalıştırıldıkları bir dönemdi. Dickens’ın eserleri, dönemin İngilteresini anlamak açısından belge niteliğini taşır.
Edebiyatın mahiyeti, yazarın kendi toplum dinamiklerinden ve geleneklerinden ne ölçüde beslendiği ile ilişkilidir. Tarihin ilk yazılı edebiyat eserlerinin Homeros’un İlyada ve Odysseia’sı olarak kabul edildiğini göz önüne alınırsa, edebiyatın hiç düşünülmediği kadar din ve mistizism ile alakası olduğu görülecektir. Hatta daha da ileri giderek edebiyat eserlerinin derinlikli olmaları, yazarların birer bilim insanları gibi nesnel bağlamlarla değil; yaşama dair düşüncelerinin belirsizliği, arada kalmışlığı ile doğru orantılıdır. Bilindiği üzere dünya edebiyatının önde gelen iki yazarı olan Dostoyevski ve Tolstoy’un yapıtlarında Tanrı fikri mutlaka belirir. Kimileri tarafından mistik olarak tanımlanan Dostoyevski, yaşamı boyunca Hristiyanlık üzerine düşünmüş, eserlerinde adeta onu içselleştirmiştir. 19.yüzyıl Rusya’sı, komşusu Osmanlı Devleti’nin Üçüncü Selim devri gibi Büyük Petro devrinden itibaren Batılılaşma ve Modernleşme sürecine girmişti. Geleneksel değerlerin ve dini otoritenin çeşitli açılardan sorgulanması hızlanmıştı. Rus İmparatorluğu, Doğu despotluğu ile Batı modernitesi arasında sıkışmış bir devletti. Bu hâl, elbette Rus yazarlarında ve düşünürlerinde de görülüyordu. Sonunda edebiyat eserleri, kesinkes olmayan vaziyetlerden beslenerek kendi değerlerini üretir.
Şimdiye kadar edebiyat nedir? sorusuna verilmiş cevaplar, ideolojik dünya görüşlerinin baskın olduğu öznel birtakım yargılardan öteye gidememiştir. Edebiyatın mahiyeti, sanatın diğer dallarında olduğu gibi, düşünürlerin yaşam tecrübelerine ve bilgi birikimleri ile uyumluluk gösterecektir. Bildiğimiz kadarı ile Aristoteles’ten beri edebiyat hakkında birbirinden farklı yorumlamalar yapıldı, fakat bunların çok az kısmı bütüncül ve kalıcı olabildi. Tarihin en büyük zekalarından olan Aristoteles’in edebiyat kuramı, başta Avrupa’da oluşacak edebiyat gelenekleri olmak üzere birçok edebiyat alanını etkilemiştir. Ancak Aristoteles, Coleridge ve William Blake gibi isimler birer istisnadır ve genele yansıtılamaz. Birçok edebiyat eleştirisinin çok geçmeden eskimesinin temel nedeni ise eleştirilen eserin tarihsel bağlamda değerlendirilememesi ve bununla birlikte diğer disiplin dalları ile ilişki kurulamaması olarak gösterilebilir.
İlk bakışta edebiyatın ne olduğu konusunda görüş belirtmek zor olabilir. Bilim insanlarının aksine edebiyatçılar, eserlerini oluştururken faydalandıkları en önemli unsur duygusal birikimleridir. Öte yandan duygusal yetilerini gözlem ve inceleme becerileri ile birleştirmeleri de gerekir. Edebiyat, öğelerini doğrudan doğruya yaşamın kendisinden alsa da bunları olduğu gibi aktarmaz; edebiyatçının duygularının ve aklının süzgecinden geçer. Edebiyat hayat dinamiklerinin estetikleştirilmesidir. Yaşamdaki olayların ne kadar ‘edebi’ bir forma bürüneceği, yazarın duygularını ve düşüncelerini nasıl yansıttığına bağlı olacaktır. Edebiyatçının bir eseri yazmasının sebebi, sadece bir estetikleştirme projesi olmamalıdır. Çünkü sadece estetik amacı güden edebi eserler, yemek yenilmediği hâlde bir pasta yemeye benzer. Pasta lezzetlidir ancak açken gözümüze o kadar da güzel gözükmez. Asıl amaç, kendi yaşadığı toplumun sorunlarına değinmektir. Edebiyat eserlerindeki toplumsal muhamekeler, bir sosyolog veya bir tarihçinin yansıtabileceğinden daha fazlasını yansıtabilir. 19.yüzyılın en önemli romancılarından birisi olan Charles Dickens’ın romanları bu bakımdan birer örnek teşkil eder. Hiç şüphesiz, 19.yüzyılın İngilteresi, Sanayi İnkilabı sonucunda gelir eşitsizliklerinin gözle görülür oranda arttığı, küçük çocukların karın tokluğunda günde 16 saat çalıştırıldıkları bir dönemdi. Dickens’ın eserleri, dönemin İngilteresini anlamak açısından belge niteliğini taşır.
Edebiyatın mahiyeti, yazarın kendi toplum dinamiklerinden ve geleneklerinden ne ölçüde beslendiği ile ilişkilidir. Tarihin ilk yazılı edebiyat eserlerinin Homeros’un İlyada ve Odysseia’sı olarak kabul edildiğini göz önüne alınırsa, edebiyatın hiç düşünülmediği kadar din ve mistizism ile alakası olduğu görülecektir. Hatta daha da ileri giderek edebiyat eserlerinin derinlikli olmaları, yazarların birer bilim insanları gibi nesnel bağlamlarla değil; yaşama dair düşüncelerinin belirsizliği, arada kalmışlığı ile doğru orantılıdır. Bilindiği üzere dünya edebiyatının önde gelen iki yazarı olan Dostoyevski ve Tolstoy’un yapıtlarında Tanrı fikri mutlaka belirir. Kimileri tarafından mistik olarak tanımlanan Dostoyevski, yaşamı boyunca Hristiyanlık üzerine düşünmüş, eserlerinde adeta onu içselleştirmiştir. 19.yüzyıl Rusya’sı, komşusu Osmanlı Devleti’nin Üçüncü Selim devri gibi Büyük Petro devrinden itibaren Batılılaşma ve Modernleşme sürecine girmişti. Geleneksel değerlerin ve dini otoritenin çeşitli açılardan sorgulanması hızlanmıştı. Rus İmparatorluğu, Doğu despotluğu ile Batı modernitesi arasında sıkışmış bir devletti. Bu hâl, elbette Rus yazarlarında ve düşünürlerinde de görülüyordu. Sonunda edebiyat eserleri, kesinkes olmayan vaziyetlerden beslenerek kendi değerlerini üretir.